Sırplar ve Lâz


Sırpların tarihi Güney Slavlar  olgusuyla açıklanıyor ve "Güney Slav dilleri" adı verilen geniş bir dil ailesi çerçevesinde konuşuyorlar. Balkan yarımadasının değişik yerlerine yerleşmişler. Bölgeden bölgeye farklılık gözükse de genel karakteri itibariyle Slav dilleri birbirine benziyor.

Romanyalılar, Doğu Slav milleti adıyla dışarıda tutulmuş.
Güney Slavlar; Boşnaklar, Bulgarlar, Hırvatlar, Makedonlar, Karadağlılar, Sırplar ve Slovenler.. Aralarında dil, inanç ve kültür bağları bulunan halklar...

Güney Slavları kendilerini Juzni Sloveni, Yuzhni Slavyani gibi adlarla anarlarmış. Yuzni sözcüğü, "güney" anlamına geliyor. Bölgeye ilk gelen Slav kabilelerine Sclaveni  denirmiş.

Yu-Slav'ların bölgeye gelmelerinden önce Balkan topraklarında İliryalı'ların yaşadığı kabul ediliyor. Fakat bu sözcük sonraki yüzyıllarda Güney Slavlarını tanımlamak için kullanılmış. Güney Slavları İlirya kelimesini kendilerine mâl etmişler ve onu Güney Slavlarını birleştirecek sihirli bir sözcük olarak görmüşler. Sürekli, büyük İlirya'yı kurma hayali içinde yaşamışlar. Tito'nun Yugoslavya'sı böyle bir proje imiş (Wikipedia, 2020).

Bir Arnavut kendisini "Biz İliryalılardanız" diye takdim ediyorsa merak ediyorum. Hangi İliryalıları kastediyor? Ön-Slavlar öncesinde var olan aborjin İliryalıları mı, İlirya sözcüğünü sahiplenen Slavları mı, yoksa aborjin İliryalılarla, Slav İliryalıların karışımından meydana gelen "Melez İliryalıları" mı. Bunu bilmek mümkün değil. Öyle olunca İlirya kökenlilik iddiası görmenizi engelleyen bir sis olmaktan öteye gidemiyor. İliryalılık, hava-civa, boş bir laf. Balkanlarda yaşayan insanlar için köken tanımlamasında en iyi betimleme "Balkar kökenliyim" demek olabilir. Balkar, yani Balkan kabilelerinin karışımından gelen... Balkan-Karışımlılık..

Asıl soru şu: Ön-Slavlar Balkanlara ne zaman ve nereden geldiler?

Ön-Slavların milattan sonra birinci yüzyıldan itibaren Merkez ve Doğu Avrupa topraklarından peyderpey, küçük veya büyük göç dalgaları halinde geldikleri söyleniyor. Veya, Kırım'ın kuzeyindeki Dinyeper ve Bug Nehirleri arasındaki bataklık bölgeden.

Altıncı yüzyılda yaşamış yazarlar farklı bir görüşü dile getiriyorlar. Ön-Slavların Aşağı Tuna adı verilen Tuna kıyısı boyunca uzun bir şerit halindeki topraklardan Balkanlar bölgesine dağıldığını iddia ediyorlar. Kesin betimleme yapılamıyor.

Kırımın hemen kuzeyindeki topraklardan veya Tuna Nehri kıyılarından. Kırım ve Tuna, ilk kabilelerin ana dağılım merkezi olabilir. Fakat öyle anlaşılıyor ki göçler çok daha geniş topraklardan yüz yıllar boyunca devam etmiş.  Tuna kıyılarından, Avrupa'nın merkezi bölgelerinden, Kırım toprakla­rından, Rusya'nın içlerinden. Mezopotamya'dan, Suriye, Filistin ve Ortadoğu coğrafyasından.

Peki, bu insanlara neden Slav adı verilmiş? Milattan önce 500'lü, 1000'li yıllara gidildiğinde Slav halkların kökeni nereye dayanıyor?

Enteresan bir şekilde milattan sonra beşinci yüzyıl öncesine gidildiğinde Güney Slavları hakkında bilgi yok. Altıncı yüzyıldan itibaren Balkan yarımadasının içlerine doğru dağılmaya başladıkları bildiriliyor.

Güney Slavları için Bulgar, Makedon, Sırp, Boşnak diyoruz ama sanki çok daha eski bir kültürün mensupları imiş gibi gözüküyorlar. O kültürün veya kültün farklı kabileleri, farklı obaları olabilirler..

Bölgede milattan sonra birinci yüzyılda hakim olan Sclaveni ve Ante kabileleri barbar topluluklar olarak görülüyor. Yani yağmacı, çapulcu. Toprağa yerleşmemiş, köy hayatına veya yerleşik kasaba kültürü düzenine geçememiş. Kendi içlerinde şehir veya devlet yönetimine ilişkin bir takım kurallar ve nizamlar geliştirememiş. Disiplinsiz, lidersiz. Kaba-saba kişiler.

Uzun boylu, güçlü ve kuvvetli. Esmer tenli, kahverengi saçlı savaşçılar.. Göçebe hayatı yaşayıp bir yerden diğerine sürekli gezen yörükler.

Ön-Slavlar inanç yönünden Henotistik (Henotheistic, El-Hînu Sâni
ye1) olarak tanımlanıyor. Tek bir tanrıya inanırken diğer tanrıların da var olabileceğini gözden uzak tutmayan kişiler. Her şeyin hakimi ve sahibi olan ışık tanrısı Pur-Ana'ya inanıyorlar ve ona sığır cinsi hayvanları hediye etmek üzere kurban kesiyorlar.

Aklımıza, Hint yarımadasındaki Nurgün ve Sagün inancı geliyor. Ön-Slavlar bir şekilde Hint tanrıçalarının etkisi altında kalmış kişiler gibi gözüküyor. Güneşin ışığı olarak gördükleri Pür-Ana'ya, (veya Bir-Ana'ya) ve onun enkarnasyonu olarak değerlendirdikleri çok sayıda tanrı-tanrıça heykellerine birlikte tapınan Baktîler. Bektaşlar.

Ön-Slavlar Balkan topraklarına yaygın bir şekilde altıncı ve yedinci yüzyıllarda gelmişler. MS 550'lerde Tuna ve Sava Nehri kıyılarında kendilerinden söz edilir olmuş. Komşuları Bizanslılarla sürekli mücadele ve savaş halinde olmuşlar. Yaklaşık yüz yıl gibi bir süre içinde Trakya'nın içlerine kadar inmişler.

Sclaveni  adı verilen yürük kabilelerinin Sırp-Hırvat toplumunun ataları veya ilk nüvesi olduğu kabul ediliyor. Kabileler ve soylar arasında çok fazla karışım olduğundan Sırpları sadece Sclaveni'lerle özdeşleştirmek doğru olmasa da "maya" faktörü olarak değerlendirilebilir.

Yedinci yüzyıldan onuncu yüzyıla kadar Sırplar, Avarlar, Makedonlar, Arnavutlar ve Grekler bir şekilde birbirleriyle etkileşim, belli ölçülerde karışım, birbirlerinin renklerini, huylarını ve sularını alma durumunda olmuşlar. Yaşadıkları topraklara göre kimisi Helenleşmiş, kimisi Arnavut hüviyeti, kimisi Hırvat, kimisi Sırp kimliği kazanarak yeni milletlerin ortaya çıkmasına neden olmuş.

Maya faktörü olarak gördüğümüz Sclaveni  kabilelerine daha yakından bakalım.

"Sclaveni" kelimesinin etimolojisi incelendiğinde "Slovenine", "Slovene", "Skláboi", "Sklabenoí", "Sthlabenoí"  gibi sözcüklerle karşılaşılıyor. Kaynaklarda Grekçede  sl-  kökü bulunmadığından kelimenin skl- harfleriyle yazıldığı söyleniyor.

Sela-Bê-Ana  gibi bir kelimeyle karşı karşıyayız.

Slav sözcüğünün aslı Slab, Slobo, Salabo türünden bir kelime olmalı. Sloven sözcüğünün bir zamanlar "ibadet eden" anlamına geldiği belirtiliyor. Arapça  Sâ-Kaliba kelimesinden geldiğini iddia edenler olmuş. İtalyancadaki selamlama veya Allahaısmarladık anlamına gelen ciao [çâv] sözcüğü ile Slava  arasında ilişkiler kuruluyor.

Tarihsel bir sözcüğün kökleri araştırılırken onlarca ihtimalle karşılaşmak mümkün. Belirleyici alternatif, kuşkusuz kültürel bağlamla en çok ilgili olandır. Yine de hata yapma olasılığı var... Çünkü kültürel bağlamla ilgili gözükmesine karşın tarihsel terim bütünüyle farklı bir manaya da gelebilir. Sislerin arasında kalmışsa, "önerilen herhangi bir anlamdan" hiçbir zaman kesin emin olamayız.

Bu görüşler çerçevesinde..
Slovenine'yi Hintlilerin Viddhasalabhanjika  sözcüğüyle ilişkilendirmeye çalışacağım.

Sözcüğün kökünü Hint kültüründe aramamın sebebi, Slove-Nine  bileşik kelimesinin ikinci yarısında yer alan "nine" sözü. Nine kelimesi ana veya anne  anlamına geliyor. Tanrıça da diyebiliriz.

Viddha-salabhanjika  sözcüğüyle devam edelim.

Hintçedeki "sala-banjika" sözcüğü, tapınmak için duvarın içine yapılan oyuklara veya uzun salon açıklıklarına yerleştirilen heykeller veya kadın stelleri anlamına geliyormuş (Warder, 1988). Buradaki "heykel" veya "heykelcikler" Hintlilerin tapındıkları "analar",  "nineler"..  Veya tanrıçalar.

Banjika sözünün başka kaynaklarda "kancıka" şeklinde geçtiğini hatırlıyorum. "Sala" adı verilen mihrabiyenin veya tapınak salonunun içindeki "kancık" heykelleri. Banjika = Kanjika.

"Sala"  boşluk  anlamında.  Sala, "niş" tasarımlı bir mihrabiye veya uzunca bir salon şeklinde yapılmış olabilir. Niş tasarımlı olup boşluğuna tanrıça heykeli yerleştirilenlere  "sakça gözü" diyoruz. Sala  sözcüğü "salon" veya "niş" manasına gelmekle birlikte asıl anlamı "ibadet". "Tapınma." Tanrıçayı selamlayarak ona dua veya mantralar okuma.  Sala, namaste ile aynı anlamda.

Sala, çoğu kez uzun bir "salon" şeklinde yapılan ve ön kısmına tapınmak amacıyla "kancık" heykeli yerleştirilen bir mabet.. Ve aynı zamanda o heykele yapılan dualar, niyazlar, söylenen ilahiler. Şarkılar... Onun önünde yapılan danslar.

Viddha  sözcüğü "ilim ve irfan" anlamında olup tanrıça Nine'nin vasfına işaret ediyor. Vidya Lakşimi  (Vidya Lakzimi) Hintlilerin bu tür kutsal ninelerinden, bu tür kutsal tanrıçalardan biri.

Salab sözcüğü "sala'nın müdavimi" demek. Yani tapınağa-salona devam eden mümin . Veya tapınan.

Bir başka açıdan Tanrıça'nın çocuğu da diyebiliriz ki Arapçaya herhalde sulb olarak geçmiş. Onun soyundan, onun yolundan, onun izinden gelen ve aynı zamanda onun izinden giden anlamında.

Tarihin bir döneminde Orta Avrupa'da, Kırım topraklarının kuzeyinde ve Rusya içlerinde Eski Analara  veya Tanrıçalara  inanan, onlara tapınan epey bir salab  veya salav  topluluğu yaşamış olmalı.

İlk Slab'lar veya Slav'lar "Vidya Lakşimi"nin müminleri.

Fakat inanç açısından çift yönlü beslendiklerini düşünüyorum. Hem Hintlilerin Lakşimi'sinden, hem de Yakın Doğu coğrafyasının Allat, Lat veya Luz  adlı tanrıçalarından.  İlk olarak Lakşimi tanrıçasının "Kancıklık" dinine girip iman etmişler; sonraki yıllarda ise Allat, Lût veya Luz tanrıçalarıyla bu inançlarını pekiştirip yükseltmeye çalışmışlar.

Bir gün, üst üste dizdikleri boş kibrit kutularının paldır küldür yıkıldığını görünce işi çapulculuğa dökmüş olabilirler.

Milattan sonra birinci yüzyılda Balkan yarımadasının içlerine doğru göç dalgaları halinde ilerlerken "tanrıça" inancını terk etmeye başlamış olmalılar. Yahudilik mesajının kendilerine bir şekilde ulaşmış olması lazım.. Ve çok sonraki tarihlerde Hristiyanlık inancının.

Güney Slab'ları ne hikmetse, Yahudilik inancından fazla etkilenmemişler. Hristiyanlık dininin bölgeye ulaşması gecikince  epey bir süre Slab müminliği ile durumu idare etmiş olmalılar.

Balkan topraklarına Merkezi Avrupa'dan, Rusya topraklarından, Tuna boylarından kompozit gruplar halinde gelip yerleşen bu insanları Slab olarak adlandırmak ne derece doğru. Soy, kabile ve göçmen olarak geldikleri asıl topraklar itibariyle değerlendirsek hiç doğru değil. Onların çok az bir bölümünün ataları tanrıçaya tapan Slab'lar olabilir. Ve onlar dahi, Slab müminliğini  anlamsız bulup yüzyıllar öncesinde bu inancı zaten terk etmişler.

Tarihçi olsaydım bu toplulukları Rus-dîli-dâneler  olarak isimlendirirdim. Veya kısaca Rusdal 'lar. On beşinci yüzyılda bir tarihçi bu topluluklara konuştukları ortak dili dikkate alarak ad vermiş, "Onlara Slablar/Slavlar diyelim" demiş. Ve böylece hepsi Slav olmuş.

Rus-dili-dâneler  sözcüğünü "kuzey bölgelerinde gelişerek hayat bulmuş dili kullanan topluluklar" anlamında ele alıyorum. Rus sözcüğü "kuzey" anlamında. Kuzeyde yaşayan bu topluluklar zaman içinde ve uzun yıllar bir arada yaşadıkları için diğer dillerden belli ölçüde farklılaşan başka bir dil grubu yaratmışlar. Bu dil Hintçe, Hunca, Kıpçakça, Türkçe, Türkmence, Kazakça, Macarca, Tatarca, Aramice, Arapça, Kafkasca sözcüklerin bileşiminden meydana gelen yeni bir Esperanto..

Öte yandan Slav veya Slab  dili dediğimiz olgu aslında büyük ölçüde bizim dilimiz. Bizim, yani Kutsiya topraklarının. Ruslar, Kril alfabesinden vazgeçtikleri gün çözülürler. Onları bir arada tutan olgu Slav dili değil, Kril harfleri ve bu harflerle yeniden ürettikleri veya kelimelerimizi çarpıtarak dönüştürdükleri  sözüm ona Rusça/Slavca yeni kelimeler.
----------
Slav-Sırp ilişkisini belirlemek için oldukça uzun bir giriş oldu ama gerekliydi. Aksi halde Sırpların "laz" sözcüğüne niçin bu kadar tutkun olduklarını anlayamazdık.
----------
Hanîfen Müslimen Lâz başlıklı yazımdan yapacağım bir alıntıyla devam etmek istiyorum. Aradan altı yıl geçti. Bu arada birçok, yeni şeyler öğrendim. Bazı düzeltmeler yapmam gerekiyor.

Sultan Murâd-ı Evvel, Kosova Ovası'nda Sırp kralı Lâzar'la savaşmıştı. Adı, Allah'ın ihsânı, îtâsı anlamına gelen Hüdâverdigâr bu harpte şehâdet şerbetini içerken, adı 'Allah'ın nusreti' manasına gelen Lâzar tutsak düşmüş ve daha sonra öldürülmüştü.

Sultan Murat dönemi olaylarında Lâs İli'ne yapılan akınlardan, Lâz Ucu'ndan söz ediliyor. Neşrî, kendi adıyla anılan târihinde Hüdâverdigâr'ı şehit eden kişinin Lâzar'ın damadı Kopil Miloş adlı bir Lâz olduğunu söyler.

Hüdâverdigâr'ın şehit olmasından sonra yerine oğlu Bâ-Yezîd (Allah ile hem-hâl olan anlamında) geçmiş ve savaş ganîmeti olarak Lâz kızı Olivera ile evlenmişti.

Hristiyan Lâz'lar böylece akrabamız olmuşlardı. Bu gelenek, Murâd-ı Sânî'nin Vılk oğlu Brankoviç'in kızı "Maria" ile yaptığı nikahla devam edecek ve Lâz'larla olan akrabalık bağlarımız pekişecekti.

Pes gelûp, cümlesi Lâz'a kıldılar nazar.
Lâz dahi kızı görmüştü meğer.
Âfetin kılmışdı gönlünde eser.

Yıllar sonra Fatih Sultan Mehmet, Lâz Maria adlı üvey annesine "Despîna Ana." (Kraliçe Ana) diye hitap edecekti.

Enverî II. Murat'ın Maria ile olan evliliğini şöyle dile getiriyordu:

Lâz'a gitti, Lâz ilini aldı ol
Selânik'i feth ederek hem buldu yol
Aldı despot Yorgi'nin kızını
Şâh ol la'îne muhkem, andan oldu câh

Osmanlı devleti, Sırpları Lâz olarak tanımlıyordu. Sırbistan, Lâz ülkesiydi. Bu ülkenin sınırları Ege'de Halikidiki Yarımadası'ndan başlıyor Tuna Nehri boyuna kadar uzanıyordu.

Daha doğrusu, Osmanlı Rumeli milletlerini yeni yeni tanıma aşamasındaydı. Selânik, Üsküb, Semendire, Belgrad hep Lâz şehirleriydi.

Birinci Murad'tan sonra bu kez, II. Murad Lâz'ların başını ağrıtmaya başlamıştı. Zaferle sonuçlanan İkinci Kosova Savaşı'ndan sonra Sırbistan, Lâz oğlu Vilayeti  olarak anılmaya başlandı.

Osmanlı, Lâz topraklarında 520 yıl hüküm sürdü. Bu süreçte yüz binlerce Lâz Müslümân olmuş "Hanîfen Müslimen, Ehli Sünnet vel Cemaat" çizgisine girmişlerdi.
--------------
Ebu'l-Hayr Rûmî tarafından 1480 yılında, sözlü geleneğin toplanarak kitaplaştırılmasıyla oluşturulan Saltuk-nâme'ye göre Rumeli'de "Karîbân" (Kinsman, [kinzman] karındaşların ülkesi, Serbia veya Sırbistan] adlı bir ülke vardı. Bu ülkenin beyine Taynos derlerdi. Pây-i Tahtının adı ise Süküb (Üsküp) idi ve bu şehirde Lâz'lar yaşardı (Akalın, 1988).

Kariban leşkeri, kim Rûmîlere dirler. Bu Kariban leşkerinin beği adına Taynos dirlerdi. Öte Rûm yakasında bir şehr diyârı vardı. Asıl Rûm içinde Kariban anlar idi ve ol şehre Süküb dirlerdi. Ol şehrin pâdişâhı katında iki ulu bân vardı. Birine Sırf-ı Rûmî ve birine Lâz dirlerdi. Birbirine hısımlardı.
-------------
Lazar kelimesinin manası nedir?
Lâzar kelimesinin hem özel ad, hem de lâkap olarak kullanıldığını görüyoruz.

Kosava'da savaşan Sırp knezinin adı, Lâzar Hrebelyanoviç idi.

Bu ifadelendirmede "Lâzar" sözcüğünün lâkap olarak kullanıldığını görüyoruz. Lazar, "kral" anlamında... Yani "Kral Hrebelyanoviç". Veya "Tanrı Hrebelyanoviç"...

Peki, Lâzar sözcüğü nereden geliyor?

Kaynaklarda, Lâzar kelimesinin İbrânice'de "Tanrı'nın yardımı", "Tanrı'nın nusreti" anlamına geldiği belirtiliyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, "Tanrı'nın yardım ettiği insan" anlamında.

Bir zamanlar bizde padişahlar için kullanılan "Allah'ın halîfesi" veya "Allah'ın gölgesi" türünden bir sözcük...

İbrânice "El-'Eazar" dan türetildiğini ve "Allah ihsan ettiği kişi" anlamına geldiğini öğreniyoruz.

Farklı yazılış, söyleniş biçimleri var.
Lâzarus, Lahzar, Lahzahr, Elazar, Azer, Lâzare, Lázaro bunlardan sadece bir kaçı.

İbraniler Lâz kelimesini sonraki dönemlerde "Tanrı" mefhumuyla ilişkilendirmişler ama sözcüğün kadim geçmişi Tanrıça olgusuna dayanıyor. O pencereden bakılırsa Lazar "Tanrıça'nın yardımı", "Tanrıça'nın bahşi", "Tanrıça'nın ihsânı" demek. Yahudiler tanrıça anlamındaki Laz'ı bir dönem sonra sterilize ederek Tanrılaştırmışlar...  "Laz tanrıça demek ama bizim inancımızda Tanrı manasına gelir" demeye çalışmışlar.

Toplumuzda bu kelime Türkçeleşmiş ve İslam inancına göre yeniden şekillenmiştir. Biz Tanrıça Verdi  değil,  "Allah Verdi" veya "Tanrı Verdi" deriz.

Lazar, "Lâz'a" teabbüd eden kişiler için Tanrıça Verdi  demek;  Allah'a inanan müminler için ise Allah Verdi.

Sözcüğün sonundaki -ar  eki "verdi" , "verdiği" veya "çocuğu" anlamlarında.
Laz'lar için "...çocuğu", fakat Müslümanlar için "...ihsan ettiği".
-------------
Ve, Sırpça bazı kelimeler.
------------
Loznica, Lozniçe, Loznitsa: Batı Sırbistan'ın Macva Bölgesinde 20 bin nüfuslu bir şehir. Adının "şarap" manasındaki loza veya lozica 'dan geldiği bildiriliyor. Bölgede üzüm bağlarının yetiştirilmeye başlanmasıyla birlikte eski adı olan Ad Drinum değiştirilerek şehre bu ad verilmiş. Bizim cepheden bakılınca, Laz-Ana'nın şehri, anlamında. Toponomi'de iç adlandırma (endonim) ve dış adlandırma (aksonim) farklı olabiliyor. 1600 yılında bir Osmanlı şehri haline gelmiş. Kasabada 1000 kadar Müslüman yaşıyor. Çevresindeki köy adlarına bakıldığında Türk-Osmanlı adlarının izlerini görmek mümkün ve bu isimlerden bazıları yine Laz sözcüğüne atıflar içeriyor.  Lozniça'nın Polonya'da başka bir yerleşim yeri Plock ile "kardeş şehir" olması bir başka ilginç nokta. Lozniça ve Plock.

Loza, Lozica: Şarap [yaz. Sarhoş eden kadın, başını döndüren kadın]

Lazy, lazybones: Tembel.

Lac. Göl.

Bazı isimler: Lucie Marko, Lucie Rie, Saint Lucia, Lucia Kovalova, Luc Delahaye, Zan-Lik Nansi [Jean-Luc Nancy], Luc Reydams, Luc Ponty, Lac d'Ohrid, Lac de Prespa, Lech Walesa, Lech Kaczynski , Lucha Mikrokoma, Lazaro e Milos,
Lazaro Fundora- Olimpic Sports Management, Hotel El Portal de San Lazaro, Restoran Lazaro, Valentino Lazaro, Luzzu Restaurant, Luzzu Malta, Sara Luzzi, Luzzone  Barajı, Diga di Luzzone, Luzzone Gölü, Las Niñas Mine, Nina Vasic - Laz Za Laz,  Laz i Bogumili..

Lazaret Meljine. Sırbistan'da bir kale ve ayni zamanda askeri hastane.

Grotte du Lazaret. Sırbistan'da tarih öncesi döneme ait bir mağara.

Lazanje, Lasagne, Lazana. Makarna veya yufka içine et, kıyma, sebze gibi malzemeler konularak yapılan bir tür börek.

Amacımız, envanter çıkarmak değil, fikir oluşumunu sağlamak. Laz sözcüğü Sırp kültürünün vazgeçilmez arkatipi haline gelmiş. Bilinçli veya bilinçsiz tercih ediliyor olabilir... Belli bir anlamı var veya yok. Hiç fark etmez.. Kültürel sürekliliği sağlama adına "laz" sözcüğü ve türevleri kendi yaşam dünyalarının her alanında çok renkli parıltılar halinde yanıp sönmeye devam ediyor.

Hüner Şencan


Notlar.

1.
Sâniye: Tanrı manasında. Sanatkarane bir şekilde yapan, yaratan. Hînu Sâniye Yaratıcı Hîn, Yaratıcı Dişi Kadın anlamında.  Batılılar Hînu Saniye'yi Henotheistic sözcüğüyle karşılamışlar. Hînû, Hind, Haned sözcüklerinin Ana veya Anne sözcükleriyle akrabalık bağının araştırılması gerekiyor. Ve Hyun-Dâî  (Dua eden kadın) kelimesinin.




.